Mesaj alın(ma)dı!



Heyecanı olduğu kadar hüznü, acıları olduğu kadar sevinci, umutları olduğu kadar kaygıları da yüzde 50 eşit olan ve adını siyasal tarihimize Direniş olarak geçirecek olan gezi parkı protestosu üzerinden haftalar geçmesine rağmen hala bir konunun gizemini koruyor olması hayranlık uyandırıcı olduğu kadar da hayret verici!
Yurdun her yanına sirayet eden, hatta giderek dünyada yankıları olan bu protestoların (toplumun belleğinde direnişin) henüz üçüncü gününde, hükümet yetkililerinin alelacele “mesaj alındı!” açıklaması yaptıklarını biliyoruz. Lakin bu mesajın ne olduğu hiçbir zaman açıklanmadı. Hala da ne olduğu ve nasıl anlamlandırıldığı apaçık olarak ortaya konmuş değil.
Peki bu süre zarfında neler oldu?
Daha önce hiçbir politik söylem içinde bulunmayan bir kuşak, ne oldu da birden siyaset tarihinin tüm ezberlerini bozan bir halk hareketini başlattı?
Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi tarihine baktığımızda daha önce de zulme ve ötekileştirmeye maruz kalan topluluklar ve onu destekleyen halkların isyanları yaşanmışken, bu kolektif deneyim nasıl oldu da halkın her kesiminden destek görecek bir naifliğe büründü ve diğer illere sıçrayıp farklı yaşam biçimlerince kabul görecek bir netlik kazandı ve giderek dünyayı tetikledi?

Tamam. Gerçekte ne/neler oldu?
Bugüne kadar gerçekleşen sokak protestolarından farklı olarak bu hareket neden bu kez dil, din, ırk, cinsiyet, kimlik ve ideoloji üstü bir karaktere büründü ve eylemler sırasında maruz kaldığı tüm orantısız şiddete rağmen tepkisini hümanist bir tutumda koruma gayretine girdi? 
Bütün bunlar ne içindi? Gerçekten de Zizek'in tespit  dediği gibi İstanbul’da başlayan bu olaylar, şehrin göbeğindeki küçük bir parkın ticari amaçlarla tahrip edilmesi gibi bir yerel meseleden kaynaklı gibi görünse de, Türkiye’de devam etmekte olan protestolar açıkça çok daha derin bir öfkeye mi işaret ediyor?
Bu soruların yanıtını henüz bilmiyoruz. 
Ama bildiklerimiz şimdilik gözlemlediklerimizle sınırlı... Örneğin bütün bu olayları hükümet ve medya kanadından izlediğimizde protestocuların, Taksim’i polisiye kuvvetlerden arındırdıkları gün itibariyle “Çapulcu” olarak damgalandıklarını ve aynı gün bir devlet kurumu olan TDK’nın çapulcu tanımını ilginç bir şekilde bu yeni duruma göre anlam değişikliğine uğrattığını okuduk.
Yine takip eden günlerde gezi parkında halkların kardeşliğini savunan, her türlü haksızlığa ve zulme karşı gelen ve bu hislerini özgürce ifade etmek isteyen toplukların “ayyaş” ve “azgın” olarak isimlendirdiklerini de duyduk.

İlginç olan şu ki, sosyal medyanın gücü ile bu olumsuz sıfatların protestocular tarafından anında mizahi bir yolla kabul edildiğini ve Walter Benjamin’in de dediği gibi tiranvari bir otoriteye karşı topluluk-sal (toplumsal değil) isyanın adeta ilksel kabilelerdeki gibi bir erginleşme törenine ve inisiyasyona dönüştüğüne tanık olduk. İkinci ilginç olan mesele şuydu ki bu metaforik inisiyasyona karşı hükümetin tavrı ise siyasi zihniyetini temellendirdiği Osmanlı siyaset geleneği ile uyuşuyor gibi durmasıydı: Padişah hazırlattığı ölüm fermanında, Celali ayaklanmasını başlatan Mirza Yosef oğlu Ruşe Ali’yi, “çapulcu”, “ayyaş” ve “azgın” (marjinal) olarak itham etmişti.
Bütün bunlar aslında hükümet, medya ve aydın kanadının patlak veren bu olayları sağlıklı bir biçimde analiz etmedeki yetersizliğini açığa çıkardı. 
İlerleyen günlerde, gezi parkında yaşananlar daha da ilginçleşti: Siyasi tarihimizde hükümetlerin birbirine düşman ilan ettiği etnik, ideolojik kesimler, bir festival havasında kardeşçe ve tarafsızca yaşamayı becerdiler. Medya üç maymunu oynarken genç kuşak, özgür basın kaynağı sosyal medyayı kültleştirdi. Futbol fanatikleri, ideolojiler üstü bir karakter sergileyerek topluluklararası kaynaştırıcı bir rol oynadı. Kürtler, Aleviler, Sunniler, Solcular, Anarşistler omuz omuza tek bir bayrak altında toplanmayı kabul ettiler.

Peki her şey "ağaç" için miydi?
Gestalt uzmanı W. Reich’in dediği gibi bu durum toplumsal bir regresyona işaret ediyor olabilir mi? Kişisel regresyonlarda, travmatik baskıya uğrayan kişinin geçmişte kendini en güvende hissettiği alana dönme hayali ve bu hayalini şimdi ve burada, obsesif bir hal takınarak yaşatma çabası gibi, halklar da benzer bir regresyon tepkisi göstermiş olabilir mi? Halkın tamamı (gerek protestocular gerekse mevcut hükümeti destekleyenler) topyekün kendilerini bir tür regresyon durumunda hissetmiş olabilirler mi?
Çünkü bu direnişte kameralar sadece sokaklara dökülenlere odaklandı. Oysa demeçler ve sosyal gözlemler göstermiştir ki bütün bu süreçte, kendi iradeleriyle seçtikleri hükümetin seçmenleri, sahip oldukları değeri savunma dirayeti bile gösteremediler. Bu çözümlenmesi gereken sosyolojik bir sorunsaldır! Partinin “çabuk çabuk” düzenlediği bir milli iradeye saygı mitingi bize, gezi parkında vuku bulan gerçeküstü hallere kıyasla bir akıl tutulması diyebileceğimiz durumların tezahürünü gösterdi. Bu da mitingin bilinçli bir katılımla olmadığını ama patolojik bir toplanma eylemi olduğunu göstermiştir.
Öyleyse toplumdaki bu garip davranış değişikliğini, topyekün bir regresyon ve karşılıklı bir direniş değil de karşılıklı tek merkeze doğru bir direniş olarak okuyabilir miyiz?
Elbette bu sorular kolayına yanıtlanmamalı. Belki de bizi yanıtlara götürecek köksaplar geçmişte değil, gelecekte yatıyor olabilir.
Peki olmayan bir geleceği nasıl gözlemleyebiliriz?
Bir tarafta gelecekte yaşamayı ümit ettiği bir ütopyanın minik bir maketini hazırlayıp kendilerini onunla çevreleyen protestocular, diğer tarafta korkunun infernosunda evlerinden çıkamayan ama mili irade ile başa gelmiş bir partinin seçmenleri!
Bir yandan gezi parkında futuristik bir ete kemiğe bürünme mesajı, diğer yandan milli iradeye saygı mitinginde yaşanan kaotik bir çıplaklık!


Evet, bu durumda her yer direniştir! Ama bu direniş, neye karşıdır?
Diktatörlüğe mi? Yoksa güvensizliğe mi?
Bu olaylar nereye varacak? Bir iç savaşa doğru mu sürükleniyoruz gibi kaygılar bazı kesimleri rahatsız ederken, hükümet, medya ve aydınlar kanadından gelen eleştiriler ezber konular üzerinden gelişmeye devam eder. Protestocular, Patrona Halil ayaklanmacılarına, istemezükçü Yeniçerilere benzetilmesine rağmen, direnişçi gençler ezber bozmak da parmak ısırtan orantısız zeka kullanırlar. 13 gün boyunca şehrin merkezinde asayişi korurlar, sağlık hizmetlerini yürütürler, gönüllü avukatlar masalar kurarlar, komün bir mutfakta yemekler dağıtılır, sokak çocukları için yardımlar toplanır, çevre temizlenir, toprak ekip biçilir… Gündüz işine giden, akşam parka gelir ve gönüllü olarak çalışır. Bir sosyal medya espirisi gerçek olur, herkes sabah Clark Kent kesilir, gece Süperman olur.
Bir yandan evde ütü bile yapamayan üniversiteli gençler, barikat kurmayı öğrenirler ve sokaklar 3 gün gibi kısa bir sürede adeta Holywood filmlerinde tiran Roma’nın zırhlı birliklerine karşı direnen Spartaküs filmden fırlamış kahramanlar gibi dekonstrükte edilirken diğer yandan dikiş yapmayı bilmeyen kızlar, sokakları süsler. Kısaca sanatın sürreal boyutları zorlanır. Protestocular özgürce “İşte İnsan” diye haykırır, evlerinden destek veren yetişkinler ise şamanik köklere geri döner.
Protestocuları eleştiren medya, hükümet yetkilileri bu mizaha ortak olmaktan geri durmazlar; direnişçiler uzay mekiği üretiminin engelledikleri için eleştirilirken, 20 milyar dolarlık nükleer santral için anlaşma yapan hükümet, protestocuların çadırlarını ele geçirince onları atom bombası yapmakla suçlayacak derecede kara mizaha yönelirler. Tüm bunlar aslında topyekün bir direnişin göstergesidir. Bu direniş, bir anlam arayışından başka bir şey değildir ve kendini temellendireceği yeni paradigmasını, süreçte üretmektedir.
Direnişçilerin mizahi, aslında grotesk bir ağlayış iken, iktidarın süreci yönetmedeki itidalsiz tutumu, barok bir inada dönüşür.

Sonuç: Her yer gerçek üstü bir direniştir.
Her şeyin gerçeküstü olduğu bu ortamda, Habermas’ın tespit ettiği modern dünyanın tüm iletişim kalıpları bir anda alt üst edilir. Nobel ödülü alan yazarımız Orhan Pamuk bile o zengin post modern dünyasından olayı anlamlandırmakta zorlanır.
Peki gerçekte olan ve bizim görmekte zorlandığımız bu irrasyonel “şey” nedir?
Yeni, der Derrida, yenidir ve tanımlanamaz. Onu tanımlamak için ondan uzaklaşmak yerine bu kez ta içine ve derinlerine girmek gerekir (şu an saat 21.00 ve tencere tava sesleri eşliğinde yazıyorum bu satırları. Cihangir Firuzağa Camii altında kıraathane, 20.06.2013).
Tanımlayamadığımız bu hareket siyasete değil ama onun gelenekselleşmiş ve kemikleşmeye yüz tutmuş güvensiz bürokrasisine semantik bir direniş olabilir mi?
Semantik diyorum çünkü hükümet, medya ve aydınlar başından beri protestocuları dinlememek ve gelişen olayları tarafsızca analiz etmemek konusunda belirli bir direnç göstermiştir. Anlamlandırmak yerine onu eski paradigmalara indirgemeyi tercih etmiştir. Hatta bu direnç, gezi parkı duvar yazılarında ironik bir biçimde dile gelir: #direndevlet  #direnpolis  #direndünya
Burada, iletişimin Das Kapitali’ni yazan Habermas’ın çok haklı olduğunu görüyoruz. Sağlıklı bir iletişim için ileti araçlarının sağlıklı olması gerekmektedir. Peki ya araçlar, aksine siyasi erkin elinde sağlıklı bir şekilde işlemiyorsa? O zaman iletişimin yapıbozumsal ustalarından Marshall McLuhan’ın şu meşhur sözü “araç, mesajdır” anlam kazanıyor olabilir mi?

Araç, mesaja dönüştüğünde, insan her şeyi göze alabilir mi? Peki bu gençlerin, bu hareketin, bu direnişin ana “mesajı” nedir?
TOMA, gaz bombası ve zırhlı polislere karşı basit deniz gözlükleri, bezden gaz maskeleri, sütle sulandırılmış talsidi pet su şişeleri, limon ve sirke ile müzik ve sanatı bir kenara koyarsak direnişçiler için asıl araç aslında bir tanedir: Ağaç!
Ağaç, kökleri diplerde derinleşen ve derinleştikçe güçlenen ve başka ağaçlarla buluşan bir yapı olup, göğe doğru yükselen bir dirimlilik nesnesidir. Mitolojide, dinler tarihinde çok derin manalara gelen ağaç, en temelde farkındalığı anlatır. Kültürlerin bilgelik geleneklerinde ağaç, özgür insan modelini temsil eder.
Ve 21. gününde direniş, Duran Adam ile taçlanarak günlerce yaşanan ve ölümle sonuçlanan şiddetli direniş onun bu sembolik duruşu ile soft bir geçişe zemin olmuş, özgür ve tarafsız fikir platformları haline gelen parklardaki konferanslara kadar dönüşmüştür. Ama direniş devam etmektedir: Artık her yer gezi parkıdır. Bu bölgeselleşimbozumu ve futuristik algı devam etmektedir: Birey kendini özgür olarak bulduğu ortamını yine kendi yaratmıştır.
Bu yüzden çapulcuyu derinlemesine sorgulamak gerekir. Çünkü onun direnişi kendindeki ötekileştirme, soyutlaştırma, yalnızlaştırma eğiliminedir. Bu yüzden hükümet kanadı hatta muhalefet partileri bile bu harekette kendileri için bir muhatap bulamamışlardır.
Bu ilet bozumu kendinden kendine bir direniştir.
Onu anlamlandırmak için sokağa çıkmalı Mevlana’nın dediği gibi,
“Özgürce sen soluk al şafakta, bırak ölsün o ben denen karanlık despot.”
 Özgürce açan, Duran İnsan’a selam olsun.

 İyi seyirler
KD

Yorumlar

Popüler Yayınlar