Yönetmenin Yolu: Felsefe Taşı
Opus Magnum.
Büyük İş.
Büyük İş.
Sinemanın Felsefe Taşı
Sinemanın nesnesi felsefe ile aynıdır: Hakikat!
Hakikat nedir?
Romalı Vali'den bugüne bu soru tazeliğini korur.
Bu soruya vereceğiniz yanıt
sizi sorunun olanaksızlığına sürüklüyorsa bu yazıyı okuyun. Aksi taktirde
yazılanların bir anlamı olmayacak. Anlamanın arafında olanlar hariç!
7. sanat olarak kabul edilen
sinema bu soruya yanıt verebilir mi? Ve ben, sinema ile ilgili olarak bir simya
terimi olan Felsefe
Taşını konu alacağım. Sinema bağlamında bu mistik taş ile
görmenin edimselleşmesini anlıyorum. Bu edimselleşme aynı zamanda imgelem
yetisinin tinsellik yoluyla kuruluşudur, e.d. yönetmenin yoludur.
İlkinden
(Senaristin Yolu: Sinemanın Simyası) farkı artık bu kıpıda İmge, kendinden kendine yansımıştır, yani bu arı
bağıntıda kendini bir kendi-olmayan olarak görmektedir. Bu yüzden
"yönetmenin yolu" ilkin görmenin şekillendirici kudretine
kavuşması ve kendini Tin yoluyla temaşa etmesidir.
Aristoteteles bilgi görme ile başlar diyordu, haklıydı çünkü onda
görme saf metafiziğin fiziksel ifadesiydi, tıpkı İsa’nın "iman edin dağların
yerinden kalkıp yürüdüğünü göreceksiniz", demesi gibi burada görme (temaşa), insan yetisinin
biricik belirleyici gücü olan saf imanına dayanıyordu. Başka bir deyişle Kant
eller beynin uzantısıdır derken bu metaforu tutarlı bir biçimde işletiyordu
aslında, ona göre göz de tinin zamandaki uzantısıydı: Tanrı "Işık, olsun”
dedi ve ışık oldu ve onun iyi olduğunu gördü", diyor Tevrat. Görmenin
tanıklık olarak başka her şeye üstünlüğü kaçınılımazdır ve tarihte sadece pozitivistleri tatmin ediyor görünse de aksine insanlığın ateşten önce ilk keşfi görmenin tözselliği idi.
Öyleyse konumuza dönersek,
saf metafizik tutumda ya da bireysel olarak çocukluk döneminde görmek iman etmenin biricik koşuludur.
İman, inanmak gibi edilgin
bir edim değil tersine nesnenin içsel olarak görünmesi için dilde bir anlam
yaratmaktır. İşte yönetmenin arı pekinliği bu tür epistemik bir iman ile başlar: Dile ile görmek!
İman etmek, eğer güvenmek ve emin olmaya dayanıyorsa, imlediği şey – sinema
bağlamında – imgenin görünür kılınmasından öte tam da görünüyor olmasının pekinliğidir. Kaldı ki imge görünmüyorsa zaten sanat
değildir.
Şimdi, Sinemanın Felsefe
Taşı, sanat açısından sinemanın nesnelliğine kavuştuğu alandır. Bu alanda
görme, kendi üzerine bir görme olarak kendinin aynı zamanda bir öteki olarak
işitilmesidir. Görünmesidir demiyorum çünkü sinemada izlediğimiz şey aslında
işittiğimiz şeydir. Bu yüzden sinemada görmeyiz ama izleriz ve izlemekse içsel
bir işitmeden başka bir şey değildir. Çünkü görünen, artık gizlenmiştir. Zaten böyle olmasaydı iman yerine
saf inançtan bahsetmiş olacaktık ki bu bizim konumuz değil, teolojinin konusu.
Oysa bizim konumuzun merkezinde sinema
duruyor ve temaşaya çıkan varlığı sorguluyoruz. Ve sinema son tahlilde aslında görünmeyene olan imandır.
Felsefe Taşı, simyacı için
Opus Magnum’dur. Opus Magnum (büyük iş) kişinin kendi nefsini atomize ederek
bilincini bir kendi-karşıtına dönüşümüdür. Bu öyle bir atomize şuur halidir ki
onda kendi için hiçbir istek barınmaz ama yalnızca evrenselin tikelleşme arzusu
devinir. İşte Yönetmenin Yolu bu arzunun biricik duyumsanışının
edimselliğe çıkışıdır. Edimsellik ise senaryonun Nil nehrinin ikiye bölünmesi gibi
parçalanışıdır ki bu parçalanış, Yönetmenin şuurunda bir toparlanış olarak
tezahür eder ve tek bir Simge’de toparlanır. Bu Simge, sinemanın felsefe
taşıdır.
Uzun zamandır bilinmektedir
ki iktidarlar kullandıkları araçlarıyla son bulurlar. Yönetmen de, amacına
doğru devinirken iktidarı olduğu kurgunun saltık öznellik yanında durur ve
kendi sonunu bekler. Öte yandan onda nesnellik henüz içseldir ve
açımlanmayı beklemektedir. Bunun için karşısında çözmesi gereken bir yapı
çıkmaz bilakis bozması gereken bir yapı çıkar. Yönetmen bu yüzden bir yapı
bozumcudur. Oysa bozması gereken yapı, algıdır.
Algı bize simgeleri sunmaz
ama onların özneyle ilişki biçimlerini sunar. Simge kendinde birçok simgedir.
Bir ayna tek başına bir simge gibi dursa da aynanın tasarımı onun ham maddesi,
geçirgenliği, sırlanması gibi gözle görünmeyen içsel mührüne ait ayan-ı
sabitelerini sunmakta yetersizdir. Bu yüzden algı için ayna salt bir işlevdir
ve işlev, simgeler arası ilişkilerin öznelliğini yansıttığından işlevsellik
nesnenin kendisine ait değildir. Yönetmen, bu ilişkilerin niteliklerini
belirlerken, izleyiciyi de yok sayar, saymalıdır da çünkü izleyici için film
yapılmaz ancak yapılan filmin izleyicisi vardır. Yapılan film, eser, Yönetmenin
simgede vurgulamak istediği "bir-bu-Yaşamdır".
Yaşamın değişik açılımları
ve tanımları vardır. Sosyolojik, tarihsel, psikolojik, felsefi ya da fiziksel
lakin sinema, bu olgusal yaşamın içinde Tinin tüm açılımlarını gözler önüne
serer.
“Otantik varoluş ancak kendi
ölümümuzu benimsemekle olur. Ölüm yaşamımızı bize ait kılabilecek projeleri
önümüze serer” diyordu filozof Heidegger.
Evet, "... önümüze
serer;" ve aslında bize ait kılabileceğimiz tek bir proje vardır:
Sartre'ın da dediği gibi bilincini yokluktan geçirmiş bir insanla kurulacak
olan dostluk, ki Dasein'in (belirli-insan)'ın yokluğu... İşte ölüm'ün
ölümsüzlüğü... Tüm diğer tikel projeler, Platon'un mağarasındaki gölgelerden
başka bir şey değildir.
Gerçek şu ki beden, bir şuur
hali ise, organizmal tarafı için ölüm yoktur ama bir şuur hali olarak bedenim
için ölüm vardır ve fakat bu ölüm bir zanndır. İslam’ın elçisi güzel Muhammed
“Rabbiniz zannınıza göredir” diyordu. Aslında belki de zann, Gerçeğin
aynasıdır. İşte sinemanın işi bu zannı gerçek kılmaktır.
Ünlü simyacı William
Blake’in görmenin büyük işini anlattığı şu dizelerle yazıma son veriyorum:
“Görebilmek bir kum tanesinde bir dünyayı,
Yabani bir çiçekte ise bir cenneti…”
Yorumlar
Yorum Gönder