Epistemik Çöküş
“Dünya,
hastalığın insanla karıştığı belirtiler bütünüdür. Bu durumda, edebi bir eser
bir sağlık girişimi olarak ortaya çıkar.”
Gilles
Deleuze
EPİSTEMİK ÇÖKÜŞ
Bütün üretken aşıklar ümitsizdir, öyle
olmasa üretemezler. Yazar da böyle bir ümitsizlik uçurumundan aşağıya düşerken,
kendisini şöhrete taşıyan kalbinin ihtirasına yenilmiş, ihanete uğradığı
nefsinden de tuhaf bir şekilde intikam almıştı; onu daha aşağı çakılmadan
öldürerek. Tabii bunun bedelini, elbette şöhretten daha kıymetli olan canıyla ödedi.
Elbette bir başkasının itikadını sınamak bize düşmez, bu Tanrı’dan rol çalmak
olur. Ama Büyük Umman’a kendisini adayanlar, mutlaka karşılığında bir şey
öderler, kimi malını, kimi canını, kimi de şöhretini… İnsan en çok neye kıymet
veriyorsa da dünyada evvela ondan kurtulması şarttır bu yolda. Ve yazarımız da,
bu ebedi okyanusta son nefesini verirken, kalbine gömdüğü aşkıyla birlikte
mabedin imgesinde boğuldu. Çünkü bu çağda birey kendi başarısızlığını ve
felaketini davet eden bir hayat tarzını benimsemişse eğer, onun bütün norm ve
değerleri alt-üst olmuş demektir. İçkiyi kendisi için teselli edici,
uyuşturucuyu keyif verici, aşırı uykuyu sağlık, aşkı bir adrenalin, tıka-basa
yemeği beslenme gereği olarak gören bir kimse, kültürün elinde rehin kalmış bir
zavallı demekti. Bu analize göre kahramanımız, zaten tepe taklak bir sınıfa
giriyordu. Az uyuyor, az yiyor ve az konuşuyordu. Seks ve içkiyi, birlikte harmanlayıp
idareli kullanıyordu, bir ilaç gibi... Fakat bu felaketler zinciri içinde bir
çıkış yolu bulabilmişti kendisine: Epistemik
Çöküş. Bir şeyin kendi karşıtı yoluyla ortadan kaldırılarak yeni bir şeyin
doğumu… Fakat her şeyin birbirine bağlı olduğu bu evrende, kuşkusuz salt
bireysel bir çöküşten de söz edemezdik, çünkü bilgi (epistem) kolektif bir bağdı
insanların algısını bir arada tutan… Hepimiz bu bağda, bu bağ ile, bu bağ için
vardık. Bizi bu bağda tutan şeyse, dilimizdi; algımızın kilidi… Bu yüzden
epistemik düzlemde birimizin ölümü, aslında hepimizin ölümü, birimizin doğumu
gerçekte hepimizin doğumu oluyordu. Tıpkı ademin günahını, ademoğullarının da
taşıması gibi… İlk doğumda bedenler, ikinci doğumda ruhlar, üçüncü doğumda ise
akıllar birbirine bağlıydı. [… ve gelişmeler insanlığı Michael Foucault’un
’epistemik çöküş‘ dediği bir olguyla karşı karşıya getirmiştir. Yani insan
bilincinde, akla gelmez sanılan şeylerin başa geldiği ani bir imaj değişimi
anı... Örneğin Fransız İhtilali’ne kadar bir kralın başının kesilebileceği asla
akla gelmezken, birdenbire kralın başı kesilmiştir. Marx’ın tarihin sonu dediği
komünist toplum bir anda zıttına dönüşmüştür. Kapitalist toplum da düştüğü
krizden kurtulmak için tekrar idealizme sarılmıştır. Ve bunun gibi yüzlerce
vak’a… Bu dönüşümü ilk hissedenler, içlerindeki egonun altedilemez
diktatörlüğüne de karşı gelen aydınlar olmuştur. O halde…] Yazara göre, 21.
yüzyıl yine de kendini önceleyen çağlardan özgün bir biçimde farklılaşıyordu.
İnsanlığın çöküşüne tanık olduğumuz bu çağda âdemoğlu kendi ürettiği araçların
elinde tutsak olmasını öngören bir başka metafizik bilinçle tanışmıştı. Bu bilinç, insanoğluna önce atom bombasını
yaptırmış, sonra da onun vahşi etkisinden korunmak için yer altında
korunaklarını inşa ettirmişti. Bugün anlamsız kitle cinayetlerinden, anne, baba
ve eşe yönelik şiddetteki yoğunluktan, evlat tacizlerinde düşünülmesi dahi
mümkün olmayan artışlardan da bu bilinç sorumluydu. Canı, canlılığı, suyu,
toprağı, havayı, bitkiyi ve hayvanı insafsızca istismar ettiren bu öteki
bilinç, daha sonra da bozulan dengeyi yeniden kurmak için başka bir bomba icat
etmişti. Yazara göre bu, Kuantum Bombası
idi. Yeni bir umut! Önceki bilinci yok edecek, yerine insanı özbilinçli bir
seviyeye taşıyacak güçte bir şey… Ve paralel dünya, sandığımız gibi bir öte
taraf utopyası ya da uzayın derinliklerinde varolan kara deliklerden sonra
açılan başka bir dış alem değil aksine içimizdeki karanlık kişiliğimizin,
bastırılmış egomuzun, nefsimizin, mefistotelesin, ebedi antagonistin
dünyasıydı… Fiziki değil ancak metafizik bir infilakla, kolektif olarak
görünmez iplerle birbirine bağlı olan tüm insanların şuurunda, eskiye dair ne
varsa kendi içine çökmesini sağlayacak ve bu çöküşün ardından kolektif
bilinçaltı temizlenerek yeni bir idrak sayfası açılacaktı önünde insanoğlunun. Bir
metafizik infilak?.. Belki koca bir
safsata… Kim bilir. Belki de Yazarın
aklının bir ürünü... Fakat ne olursa olsun, köhne dünyamızın geldiği son tablo
ortadaydı. Belki de kast ettiği onu patlatıp çökertecek olan felsefi bir
aydınlanmaydı. Basit bir farkındalık… İçten ve özümsenmiş bir uyanış… Ve bomba
bir kez tetiklendiği andan itibaren, tüm yapılar birer birer yıkılıp, insanlık
yenisini inşa edecek kudreti de kendinde bulacaktı. Türlü ve şizoid haberlere
boğulmuştu insanlık içinde olduğu bu bildirişim çağında… Oysa hayatımızı
değiştirebilecek en önemli mesajlar bize ulaşmıyordu bile. Evren, gerçeğin
peşinde koşmayanlardan kendini gizliyordu belki de. İşte böyle bir çağda,
Profesör binlerce sene önce yerin altına gizlenen, tüm dinler tarihini, hatta
insanlık tarihini yeniden okumamıza neden olacak olan dünyanın ilk mâbedini
ortaya çıkararak bir umut ışığı yakmıştı önümüzde. Yaradılışın başladığı yerde
son bulabilirdi yozlaşan dünyamız ve onun değerleri… Dünya kendi küllerinden
yeniden doğabilirdi, tıpkı Anka Kuşu gibi… Big Bang deneyleri, sadece fiziksel yapı
taşımızın başlangıcını bulmayı arzulamıyor ama aynı zamanda maddenin, düşünce
ile ‘bir’ olduğu o ilk anı da arıyordu. İşte az önce karşılarında duran o
‘şey’, binlerce sene önce kusursuzca tasarlanmış bir arke, bir ilk örnekti ve
bu birliğin şifresini barındırıyordu. Felsefe, bize başlangıcın sonda olduğunu
öğretmişti. Hikmetsiz kalan ilim, irfansız kalan metafizik ve sevgiden yoksun
akıl, vahşi kapitalizmin elinde bir soytarıya dönüşmüştü. Zira sır çözülmüştü
bir kere! Belki de son yüz yıldır öteki dünyada yaşıyorduk.
Yorumlar
Yorum Gönder